İHD:
ABD'nin Küba'daki Esir Kampı
Afganistan
savaşının siyasal ve ekonomik sonuçları gibi, insana yapılan muamele
de öne çıkmaya başladı. Aslında insan hakları savunucuları, hem
savaş öncesi savaş karşıtı tutumlarını ortaya koymuştu; hem de savaşta
Cenk Kalesi katliamına, BM, Kızılhaç ve Kızılay binalarının, sivil
yerleşim alanlarının bombalanmasına tepki göstermişti.

Savaş hukuku, insan hakları savunucuları tarafından, insancıl hukuk
olarak adlandırılır. Bu hukuk dalı,
a)savaşan güçlerin birbirleriyle,
b) savaşan güçlerin hukuksal ya da fiili denetimindeki bölgelerdeki
sivil halkla ilişki ve çelişkilerini düzenler.

Keyfi öldürme, işkence ve onur kırıcı muamele yasağı, hem insan
hakları hukukunun, hem de insancıl hukukun yasakladığı eylemlerdir.
Savaş döneminde de askıya alınamayacak insan hakları ve özgürlükleri
bulunmaktadır. (İnsancıl hukukla ilgili geniş kapsamlı bir inceleme
için, www.ihd.org.tr'de İnsancıl Hukuka Giriş adlı makaleye bakılabilir)

ABD Küba'daki esir kampında, insancıl hukuka aykırı uygulamalar
gerçekleştirmektedir. İnsanların çıplak dolaştırılmaları, tuvalet
ihtiyaçlarını herkesçe görülecek mekanlarda karşılamaları, her tarafı
açık mekanlarda tutulmaları, gözlerinin bağlanması, kulaklarının
ses duymaması için tıkanması gibi uygulamalar tipik ihlallerdir.
Kıblenin görülür bir yerde işaretlenmesi ise olumludur.

Savaş esirleri, silahlı çatışmaya girdikleri için yargılanamazlar.
Onlar savaş hukukuna aykırı eylemler nedeniyle; keyfi öldürme, sivillerin
öldürülmesi, yaralı ya da tutuklananların öldürülmeleri, işkence
yapmak gibi eylemleri nedeniyle yargılanabilirler ve yargılama adil
olmak durumundadır. Yargılamanın nerede ve neden yapılacağı ve hangi
mahkeme tarafından gerçekleştirileceği de belirsizliğini korumaktadır.
Dolayısıyla, esir kampında tutulanların statüleri de ABD tarafından
açıklanmış değildir ve şu ana kadar ABD'nin açıklamaları geçerli
hukuksal normlara da uymamaktadır.

İHD,
ABD'yi insan hakları hukukuna ve insancıl hukukun ilkelerine (12
Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri'ne) uymaya çağırmaktadır.
İHD Birleşmiş Milletleri, Afganistan savaşında sivillere yönelik
eylemleri gerçekleştirenleri yargı önüne çıkarmaya çağırmaktadır.
İHD, Cenk Kalesi katliamını gerçekleştirenlerin yargılanmalarını
istemektedir.

Hüsnü Öndül
İHD Genel Başkanı

TESEV Görüşü ile
"Mini Demokratikleşme Paketi"
Türkiye'nin
Avrupa Birliği (AB) üyeliğine uzanan yolu kısaldıkça, ülke yönetiminin
tasarrufları ve kararları yalpalama izlenimi veriyor. Bunun bir
nedeni üyelik kriterleriyle ilgili hazırlıkların yeterince yapılmamış
olması. Ancak asıl neden ne siyasilerin ne de bürokratların AB üyeliğini
temel siyasi hedef olarak görmemeleri ve Türkiye'nin bu nedenle
hedefe kilitlenmemiş olmasıdır. Dolayısıyla atılan imzalar, alınan
ilkesel kararlar, gün gelip somut meselelerle yüzleşildiğinde anlamlarını
yitirmekte; AB üyeliği sanki zorlandığımız ve kaçınmaya çalıştığımız
bir yaptırıma dönüşmektedir.
Oysa AB'ye uyum çabaları Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin öncelikle
diğer devletlere ve uluslararası kuruluşlara olan bir taahhüdü değil,
Türkiye toplumuna verdiği bir sözdür. İmzalanan anlaşmalar ve şimdiye
kadar verilen niyet beyanları, herhalde sadece dış politika taktikleri
veya jeopolitik önemimizin stratejik yansımaları olarak ele alınamaz.
Söz konusu beyanlar Türkiye halkının ortak hedeflerini, ideallerini;
modern ve güçlü bir Türkiye imgesini taşıdığıiçin meşrudurlar. Bu
nedenle Hükümet'in, Meclis'in ve devlet bürokrasisinin AB üyeliği
doğrultusunda davranmanın topluma karşı bir sorumluluk olduğunu
idrak etmeleri gerekmektedir. Ne var ki son günlerde ardarda alınan
bazı kararlar bu bilincin yönetim kademelerinde yerleşikliği konusunda
kuşkular yaratmaktadır.

TCK'nin 159 ve 312. Maddeleri
Türk Ceza Kanunu'ndaki (TCK) son değişikliklerin çoğu suç kavramında
anlamlı hiçbir düzeltmeyi ifade etmezken; daha büyük bir muğlaklığın
ve takdir hakkının yolunu açma eğilimi göstermektedir. Örnegin 159.
Madde, önerilen şekli ile devlet organlarını saymakta ve bu kurumların
'veya bunları temsil eden bir kısmının' tahkir ve tezyif edilmesini
suç saymaktadır. Dolayısıyla eğerbu değişiklik kabul görürse, herhangi
bir kamu görevlisinin tahkir ve tezyifi, söz konusu kurumun tümüne
yapılmış gibi sayılacaktır. Diğer taraftan şu ana kadar Türkiye'deki
hukuksal uygulamalar eleştiri ile 'tahkir ve tezyifin' birbirinden
pek kolaylıkla ayrıştırılamadığını defalarca ortaya koymuştur. Bunun
anlamı tek kişinin eleştirisinden, devletin tahkirine giden yolun
son derece kısa tutulmasıdır.

Aynı mantık 312. Maddenin yeni düzenlemesinde de geçerlidir.
Bundan böyle 'kamu düzenini bozma olasılığı' suçun dayanağı haline
gelebilecektir. Buradaki 'kamu düzeni' ibaresi suç alanının daraltılması
yönünde olumlu bir eğilim taşısa da, 'olasılık' kelimesinin kullanımı
suç alanını belirsiz bir çerçeveye yaymaktadır. Böylece suç alanının
daraltılması amacı bertaraf edilmiş olmaktadır. Tasarının gerekçesinde
bu olasılığı ölçme takdiri yargıca bırakılmış ve "elbette bu takdir
yapılırken AİHM ölçütlerinin göz önünde bulundurulması gerekmektedir"
denmiştir. Ne var ki bu ifadenin operasyonel bir ölçüte işaret etmekten
ziyade, bir temenniden ibaret kalma ihtimali son derece yüksektir;
çünkü bu kritere uymamanın yaptırımı yoktur. Ayrıca AİIHM kararlarının
öncelik taşımasının 'egemenlik hakkımızı' elimizden aldığını savunan
bir anlayış altında, yargıçların söz konusu temenniye ne derece
uyacakları son derece haklı bir soru olarak karşımızdadır.

Dolayısıyla
Ceza Kanunu'ndaki son düzenlemeler, bilerek ya da bilmeyerek suçun
alanını genişleten ve muğlaklaştıran değişikliklerdir. Bunun bir
'reform' olmaması bir yana, demokratik bir rejimin hukuksal altyapısını
oluşturma açısından, halen var olan sorunları artıracağı açıktır.

BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi
Birleşmiş Milletler (BM) Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi
yürürlüğe girdiği tarihten 25 yıl sonra hâlâ Meclis'te tedirginlik
yaratmaktadır ve onaylanmama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Gerekçe
'bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptir' ibaresidir.
Milliyetçiliği muhtemelen sadece devlet kurma biçiminde somutlaştırdığımız
için, 'kendi kaderini tayin' etmenin ille de ayrılıkçı bir cereyanı
ima ettiğini sanmaktayız. Oysa birçok halk bu amacı var olan yapıları
parçalayarak değil, tam aksine daha büyük bir birimin içinde yer
alarak çözmeyi daha seçmektedir. Dolayısıyla yapılması gereken,
her devletin kendi içindeki kültürel ve etnik çesitliliği bir zenginlik
kaynağı olarak görüp kendisine bağlayacak anlayış ve tutumu geliştirebilmesidir.
Türkiye'nin Sözleşmeyi imzalamakta ürkmesi ise, böyle bir anlayış
ve tutumun üretilmesi iradesinden hâlâ uzak olduğumuzun göstergesidir.

Olayın hukuki yanına bakıldığında ise şu an var olan endişelerin
fazla bir temelinin olmadığı daha berrak bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Çünkü her şeyden önce 'kendi kaderini tayin hakkı' Türkiye'nin de
kurucusu olduğu Birleşmiş Milletler Şartı'nda aynen mevcuttur ve
Sözleşme'nin hukuki dayanağı da bu Şart'tır. Dolayısıyla Sözleşme'deki
'halklar' ibaresi azınlıkları değil, farklı bir devlet tarafından
yönetilen ve bu devletin yurttaşlarıyla aynı haklara sahip olmayan
sömürge halklarını kastetmektedir. İkincisi 1993 yılında Viyana'da
yapılan Dünya İnsan Hakları Konferansı'nın sonucu olarak, 'kendi
kaderini tayin hakkı' tüm halkı temsil eden bir yönetime sahip ülkelerde,
o ülkenin toprak bütünlüğü ve siyasi birliği aleyhine kullanılamaz.
Nihayet söz konusu hak kollektif bir hak olmayıp, bireyin kendi
siyasi statüsünü, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesini sağlama
hakkıdır. Dolayısıyla eğer siyasi sürece herkes eşit olarak katılıyorsa
ve bu süreç demokratikse, birey kendini ilgilendiren konularda söz
sahibi sayılmakta ve 'kendi kaderini tayin' etmekte olduğu düşünülmektedir.

Bu nedenle Türkiye'nin bir azınlıklar meselesiyle karşı karşıya
olmaktan ziyade, çözmesi gereken bir demokrasi meselesine sahip
oldugunu söylemek çok daha gerçekçi gözükmektedir.

Dilekçe Hakkı
Dilekçe hakkı evrensel bir bireysel hak olup, dilekçenin içeriğine
bağlı olarak değerlendirilemez. Vatandaşların resmi dilin yanında
başka bir dil öğrenme hakkı 'kamusal özgürlüklerin bireysel kullanımı'
çerçevesinde yer alan bir haktır. Anadil konusu Ulusal Program'ın
ilgili bölümünde de teyid edilmiştir. Lozan Antlaşması'nın 41 ve
42. maddeleri resmi dil yanında herhangi bir dili öğrenme ve kullanma
hakkı açısından, Türk vatandaşı olmayı yeterli saymaktadır. Diğer
bir deyişle Kürtçe öğrenmek ve kullanmak sadece Kürtlerin değil,
tüm Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının bireysel hakkıdır. Oysa bugünlerde
bazı üniversitelerimizde Kürtçe eğitimle ilgili verilen dilekçelerin
sonucunda, dilekçe sahipleri tutuklanmış, öğrencilerin birçoğu okuldan
uzaklaştırılmanın eşiğine gelmiştir. Bu uygulamanın hukukun temel
ilkelerine ters düşmesi bir yana; ana dil ile ilgili talepleri daha
şiddet içeren eylemlere yöneltme olasılığını beslemesi gözardı edilemez.
Diğer taraftan Türkiye'deki Kürt kökenli vatandaşlarımızın anadilleriyle
ilgili doğal taleplerinden vazgeçmelerini beklemek gerçekçi olmayacağına
göre; Kürtçe konusunda var olan talepler arasında, karşılanması
bir süreç içinde mümkün olanların belirlenerek bu yönde yeni yasal
düzenlemeler için çalışmaların başlatılmasında yarar vardır.

Yeniden Yargılanma Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kararıyla sanıklara yeniden
yargılanma hakkı tanınmasına ilişkin düzenleme, AB hukuksal mevzuatına
uyum amacıyla düzenlenen yasa paketinden çıkarılmıştır. Bunun anlamı
Türkiye'nin altına imza attığı anlaşmalara ters düşen bir konuma
sıkışmasıdır. Çünkü Türkiye'nin AIHM kararlarına uyması bir yükümlülüktür
ve bu yükümlüklük aynı zamanda ülkemizin hukuk sisteminin itibarını
yeniden kazanmasının da vasıtasıdır. Bu nedenle yeniden yargılanma
hakkının yasa paketinden çıkarılması, bizatihi insan hakları kavramını
gözardı etme eğilimlerinin arttığına dair kuşkuları beslemekle kalmamakta,
Türkiye'nin uluslararası platformlardaki saygınlığını da örselemektedir.

Söz konusu düzenlemenin uyum yasası paketinden çıkarılma gerekçesi
ise, yeniden yargılama hakkının Türkiye'nin egemenlik haklarının
devri anlamına geleceği şeklinde izah edilmektedir. Ekonomik krizden
çıkmak amacıyla IMF koşullarına uymaya çalıştığımız şu dönemde,
egemenlik haklarından söz edilmesinin çelişkisi bir yana; evrensel
insan haklarının bir üst hukuk olarak benimsenmesini 'egemenlik
hakkının kaybı' olarak değerlendirmek Türkiye'nin çağdaşlık hedefleriyle
uyuşmayan bir bakışın ifadesidir.

Sonuç olarak Türkiye'nin önündeki kilitlenmeler, ancak toplumun
beklentilerini taşıyan adımların atılmasıyla çözülebilecektir. Bu
nedenle TESEV olarak hükümeti, siyasi partileri ve bürokrasiyi topluma
güvenmeye, atılan imzaların ardında durmaya ve evrensel ilkeler
doğrultusunda irade oluşturmaya davet ediyoruz.

Türkiye Ekonomik Ve Sosyal Etüdler Vakfı
Greenpeace
İtalya'ya Atıklarını iade etti
Greenpeace'in bayrak gemisi Rainbow Warrior,
İtalya'nın 15 yıl önce Karadeniz'e boşalttığı binlerce varillik
son derece zehirli atıktan iki varili, asıl kaynağı olan İtalya'ya
geri götürdü. Greenpeace eylemcileri, toksik atık varilllerini
Napjoli'de Rainbow Warrior'dan indirerek, Roma'daki
Çevre Bakanlığı önüne götürdüler. Karadeniz'e boşaltıldığı tarihten
beri Türkiye kıyılarına vuran 367 varil, Sinop ve Samsun'un köylerinde
iki depoya toplandı. Atıklar, zamanla bu depo binalarından dışarı
sızarak, çevre ve insan sağlığını tehdit etmeye başladı. Greenpeace
eylemcileri, gizlice girdikleri bu atık depolarından iki varil atık
aldıktan sonra, bu varilleri geçtiğimiz aralık ayında İstanbul'da
Rainbow Warrior'a yüklediler.(1)
Greenpeace İtalya, toksik maddeler kampanyası sorumlusu Vittoria
Polidori, " Atıkların sorumlusu olduğuna dair açık kanıtlar
olmasına karşın, İtalyan hükümeti sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmiştir.
Bu tavrı, Türk halkını sağlık tehdidi ve çevresel bozulmaya maruz
bırakmaktaki suç ortaklığını göstermektedir." dedi. (2)
Greenpeace ayrıca, bu olaya karışan şirketlerin, atık taşımakta
ve boşaltmakta kullanılan gemilerin ve olayda sorumluluğu olan yetkililerin
isimleri gibi önemli detayların anlatıldığı, "Onbeş Yıllık Zehir
Skandalı" (3) adlı raporunu yayınladı.
Rapor,
Sirteco S.R. of Agrate Brianza ve Piattaforma Ecologica Industriale
Srl of Venice (P.E.I.Srl) isimli İtalyan atık broker'larının binlerce
varil toksik atığın Romanya'ya gönderilmesinde aracılık ettiğini
bildirmektedir. Atıkların, resmi olarak Romanya'da düzenli depolama
veya yakma işlemlerine tabi tutulacağı iddia edilmesine karşın Romanya'da
bertaraf teknolojileri bulunmamaktaydı. Bu atıklar, Sulina limanında
depolandıktan sonra, Munzur isimli başka bir gemiye yüklendi ve
Karadeniz'e boşaltıldı.
Bulunan
belgeler İtalyan atıklarının yasadışı olarak boşaltıldığını
kanıtlasa da, Türk yetkililer, İtalya'nın atıklarını geri almalarını
sağlayamadı. Bunun yerine, bölge halkının karşı çıkmasına rağmen,
atıkları, küçük köylere terk etmeyi tercih ettiler. Greenpeace
Akdeniz Ofisi kampanyalar yöneticisi Tolga Temuge,
Roma'daki Çevre Bakanlığı'nın önünde, "Greenpeace, bu atıklardan
alıp İtalya'ya göndererek, İtalyan yetkililerin yıllar önce yapması
gerekeni yapmaktadır. İtalyan hükümeti, hâlâ durmakta olan atıkları
geri alma, İtalya'da güvenli bir şekilde bertaraf etme ve varillerin
darmadağın durumda olduğu depoların çevresini kirlilikten arındırma
sorumluluğunu üstlenmelidir," dedi. (4)
T.C. Çevre Bakanı, Aytekin, atıkları kaynakları olan yere
geri göndermek yerine, Türkiye'de yakılmalarını planlamaktadır.
Notlar:
1) Atıkların depolardan alınmasını gösteren video Greenpeace ofisinden
temin edilebilir.
2) "Onbeş Yıllık Zehir Skandalı" adlı Greenpeace raporu ve videosu,
İtalya, Türkiye ofislerinden ve uluslararası basın bölümünden veya
http://www.greenpeace.org yoluyla temin edilebilir.
3) Hidrokarbonlar, klorlu organik bileşikler ve ağır metaller
4) Greenpeace ve yerel grupların protestolarından sonra, İzaydaş
tehlikeli ve kilink atık yakma tesisi, insan sağlığı üzerindeki
potansiyel tehlikeleri nedeniyle, T.C. Çevre Bakanlığı tarafından
çalışma izni alamamıştı. Şirket, yöre halkının karşı çıkmalarına
karşın, hâlâ çalışma izni almaya uğraşmaktadır.
Daha
fazla bilgi için: Greenpeace İtalya, Toksik Maddeler Kampanyası
Sorumlusu, Vittoria Polidori, Roma, +0039 3483988919 Greenpeace
Akdeniz Ofisi, Kampanyalar Yöneticisi, Tolga Temuge, Roma, +90 533
2148776 Greenpeace Akdeniz Ofisi, Toksik Maddeler Kampanyası Sorumlusu,
Banu Dökmecibaşı, İstanbul, +0532 2631114 Greenpeace Uluslararası,
Basın Bölümü, Matilda Bradshaw, +31 20 5249545
|