
Uluslararası
Af Örgütü
UAÖ'nün kurulması olumlu
bir adım
UAÖ, Türkiye'deki kurucu üyelerinin dernek kuruluşuyla ilgili resmi
tebligatı almalarıyla ilgili "Uluslararası Af Örgütü'nün (UAÖ) Türkiye'de
dernek olarak kurulabiliyor olması Türk hükümetinin olumlu bir hareketi
olarak hoşnutlukla karşılanmıştır." dedi. "Bu, UAÖ'nün dünya çapında
insan haklarının geliştirilmesi ve korunması için sürdürdüğü çabalara
ve diğer ülkelerle ilgili uluslararası kampanyalara Türkiye yurttaşlarının
da katkıda bulunabilmesine olanak sağlayacak olan UAÖ Türkiye'nin
tam faaliyete geçebilmesi yolunda önemli bir adımdır."

UAÖ
bu gelişmenin Türkiye'deki UAÖ üyelerine, insan hakları eğitimi
ve çeşitli tanıtım programlarıyla Türkiye'de insan hakları bilinci
yükseltme ve yasal değişikliklerle ilgili çalışmalar yapmasına olanak
sağlayacağını, ancak Türkiye'yle ilgili araştırmaların seyrini değiştirmeyeceğinin
altını çizdi. Türkiye'de dernek statüsünü kazanan UAÖ'nün,
ülkeyle ilgili herhangi bir araştırma çalışmasıyla ilgilenmeyeceği;
bu çalışmanın Londra'daki Uluslararası Sekreterya tarafından yürütülmeye
devam edileceği belirtildi. UAÖ Türkiye şubesinin dernek
statüsünü kazanması örgütlenme özgürlüğünün iyileşmesi yönünde önemli
bir adım olmasına karşın UAÖ, Türkiye'deki ifade ve örgütlenme
özgürlüğü ile ilgili kaygılarını sürdürmektedir. Halen yürürlükte
olan Dernekler Kanunu BM İnsan Hakları Savunucuları Bildirisi'ne
aykırı olarak, derneklerin çalışmalarını ciddi olarak engellemeye
yönelik kullanılmaktadır. Örneğin, İnsan Hakları Derneği (İHD)
Bingöl Şube başkanı Rıdvan Kızgın, bu yasanın 45. Maddesi uyarınca
Bingöl Valisi tarafından başkanlıktan alınmıştı. Anlaşıldığına göre
bunun sebebi, 25 Kasım 2001 Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası
Dayanışma Gününde İHD şubesinde düzenlenen bir eğitim programını
izlemek ve videoya kaydetmek isteyen polis memurlarına izin vermemesi.
Rıdvan Kızgın'ın başkanlıktan alınma kararı Ocak 2002'de
düzeltildi ama
Rıdvan Kızgın yargılancak. Ocak 2002'de tekrar tutuklanarak
cezaevine geri gönderildi.

İHD:
İşkence: Yasama ve Yürütme Organının
İradesine Bir Meydan Okuma
Başbakan
Sayın Bülent Ecevit, Haziran 1999'da bir genelge ile, işkencenin
önlenmesi için bir genelge göndermişti.Ardından,Ağustos 1999'da
Türk Ceza Yasası'nın işkence ve onur kırıcı muameleye ceza öngören
243 ve 245. maddelerinde yazılı ceza miktarları arttırılmıştı.Aralık
1999'da Memur-in Muhakematı Kanunu yürürlükten kaldırılmış ve devlet
memurlarının yargılanmalarını hiç olmazsa süreyi kısaltarak sağlayacak
olan ve böylelikle konunun yargının önüne getirilmesini sağlaması
beklenen yasa çıkarılmıştı.Ayrıca yasa uygulayan görevlilere yönelik
insan hakları eğitimi çalışmaları yapılmaya başlanmıştı.3 Ekim 2001
tarihli anayasa değişiklikleri paketinde de gözetim altına alma
süreleri 4 günle sınırlanmıştı.Yasalara da yansıtılmıştı değişiklikler.Bir
kaç gün önce de (26 Mart 2002), AİHM tazminatları konusunda rücu
yolu yasalaştırılmıştı.

Bunlar TBMM ve hükümetin iradesi idi.Yani halkın oylarıyla seçilen
insanların oluşturdukları organların iradesi…Yetersizlikleri tartışmıyoruz.
Devletin asli ve sürekli hizmetlerini görmekle görevli kamu görevlilerinden,
işkence yasağı kapsamında görevli olanlar açısından bakalım. Yani
bürokratik kadrolar açısından, memurlar açısından.
Ekim, Kasım ve Aralık 2001 ayları raporumuzda, 142 kişinin işkence
olgusu yer alıyor.
Bu sayı, bütün bir 2001 yılı için 862'dir.
1999 yılı işkence olgusu 594'tür.
2000 yılı işkence olgusu da 594'tür.
Soru şudur:Yasama ve yürütme organı, iradesini üstün kılmada ısrarlı
olacak mıdır, olmayacak mıdır?
İşkence yapanların meydan okumasını, içlerine sindirecekler midir?
İptal
ve Protesto
29 Mart 2002 Cuma günü saat 11.00 de, Türkiye'de 2001 yılında insan
haklarının durumunu ortaya koyan bilançomuzu, 1999 ve 2000 yılları
bilançoları ile karşılaştırmalı olarak sunmak ve son günlerdeki
güncel gelişmeler hakkında görüşlerimizi açıklamak üzere, İHD Genel
Merkezi'nde bir basın toplantısı düzenlemek istemiştik. Basın mensupları
için düzenlediğimiz toplantıya, Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı
birimlerde görev yapan polisler de kamera ve teypleriyle katılmak
istediler.
Kendilerine muvafakatımızın olmadığı bildirilmiştir.
Basınla yaptığımız toplantıda, toplantının başında polis memurlarının
kamera ve teypleriyle izlenmemiz üzerine, basın toplantısı bu uygulama
protesto edilerek iptal edilmiştir.
İnsan hakları örgütlerini baskı altında tutarak, Türkiye'nin insan
hakları durumu nasıl iyileşecek, merak ediyoruz. Davetimize haber
için katılan değerli basın mensuplarından, iptal kararımız nedeniyle,
özür dileriz.
Türkiye'yi yöneten politik ve bürokratik kadrolara, insan hakları
örgütlerinin çalışmaları ile ilgili ulusalüstü insan hakları belgelerindeki
yükümlülüklerini (AGİT Moskova Belgesi (1991), BM Viyana Konferans
Belgesi, BM, 9 Aralık 1998, İnsan Hakları Savunucularının Korunması
Bildirisi) bir kez daha anımsatmak istiyoruz.
Hüsnü Öndül
İHD
Genel Başkanı
Tunalıhilmi Cad. 104/4 K.Dere-Ankara
Tel-Fax: (312) 466 49 13-14 / 425 95 47
e-mail:[email protected]
www.ihd.org.tr
TMMOB
Şehir Plancılarından Bildiri
Aşağıdaki bildirgeyi yayımlayan TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI Genel
Kurulunca görev verilen Yönetim Kurulumuz, ülkenin kentleşme ve
planlama sorunlarını her zamankinden çok daha yoğun bir biçimde
izlemek ve gerekli katkıları yapmaya devam edecektir.
Planlamanın sadece depremlerden sonra hatırlanmadığı bir ülkede
yaşayabilmemiz, hem ODA'mıza hem de basına sorumluluklar yüklüyor.
"Demokratik bir ODA" anlayışıyla göreve gelen Yönetim Kurulumuz,
ülke ekonomisinin çoğunluğuna mekan olan özellikle büyük
kentlerimizin ve kıyı bölgelerimizin plansız ve çarpık gelişmelerine
karşı önlemler geliştirilmesinde üstüne düşen sorumlulukları yerine
getirecektir. Plansızlığın genel bir hayat biçimi olmasına karşı,
5 ildeki şubelerimiz ve 28 ildeki temsilciliklerimizle birlikte,
mücadele vereceğiz. Basınımızın tüm bu çalışmalarımızda bize yardımcı
olması, sayfalarını ve ekranlarını bu kamusal çalışmaya daha fazla
açması, kuşkusuz ki, planlı ve insanca yaşanabilir kentlerin ortaya
çıkarılmasında hızlı yol almamızı sağlayacaktır.
Plansız kentleşmenin bedelini sürekli ödeyen bir ülkede planlamanın
sürekli gündemden çıkarılmaya çalışıldığını hepimiz biliyoruz. Bu
ironinin daha fazla sürmemesi için kamuoyuna çağrı yapmak istiyoruz:
Siyasilerin keyfi yönetme alışkanlıklarının sona erdirilebilmesi,
planlama kurumuna toplumun sahip çıkmasından geçiyor. Çünkü, günübirlik
siyasi kararların kamuya verdiği zararları ancak planlama kurumunu
ve anlayışını geliştirerek aşabiliriz. Kamuoyunun bilgisine sunarız.

TMMOB
Şehir Plancıları Odası
22. Olağan Genel Kurul Bildirgesi
Türkiye tarihinin en ağır bunalımlarından birini yaşamaktadır. Son
20 yıl içinde uygulanan "IMF ve Dünya Bankası" güdümlü politikalar,
çalışan sınıfların elde ettiği kazanım ve mevziileri geri almayı
hedeflerken, ülkeyi toptan bir çöküntünün eşiğine getirmiştir. Uluslararası
güç merkezlerinin nezaretinde ulusal ekonomi ve sosyal devlet aşındırılmış,
üretim yapmayan bir ekonomi, yurttaşlarına sahip çıkmayan bir devlet
anlayışı hakim hale
getirilmiştir.

İçine düşülen kriz karşısında kurtuluşu, ulusal ekonominin yönetimini
IMF'ye, toplumsal yapının demokratikleştirilmesini Avrupa Birliği'ne
teslim eden anlayışın, kendi halkı ile bağları kopmuştur. Ekonomik
ve siyasal yapıda gerçekleştirilen "reformlar", halk için değil
uluslararası güçleri memnun etmek için yapılmaktadır. Söz konusu
saldırının odağında, her düzeyde planlama kurumu vardır. Planlama
kurumunu kendi rant mantığına aykırı gören IMF ve Dünya Bankası
güdümlü sermaye, Türkiye'nin bugün geldiği noktanın da baş sorumlusudur.

Kentler,
bu kriz ve çöküntünün merkezindedir. IMF dayatmalarıyla gözden çıkarılan
tarım sektörü, kırsal toplumsal yapıyı derin bir bunalımın içine
sokarken, kentlere yönelmesi kaçınılmaz olan yeni bir göç dalgası
yaratacaktır. Bu durumun, hali hazırda sorunlar yumağı haline dönüşen
kentlerin sorunlarını daha da ağırlaştıracağı açıktır. Kentlerin
uzun vadeli ihmali, 1980 sonrasında yeni boyutlar kazanmış, kentlerin
rant mekanları olarak görülmesi, insanca kentler yaratma kaygılarını
tamamen dışlamıştır. Sonuç kent planlama kurumunun felç edilmesi,
piyasa anlayışının ve rant mantığının hakim kılınmasıdır. Bu anlayış,
insan merkezli bir kent anlayışını, rant merkezli kent anlayışına
tabi kılarken, kentlerde varolan eşitsizlik, adaletsizlik ve çelişkileri
de eşi görülmedik bir biçimde arttırmıştır.

Çoğu
yağmalanan alanlarda "zengin gettoları" yaratılırken, "varoşlar"
betimlemesi etrafında kentin çoğunluğunu oluşturan yoksul kesimler
dışlanmış ve kent yağmasının tek sorumluları olarak ilan edilmişlerdir.
Son kriz, bu kesimler arasında varolan yoksulluk ve işsizlik sorununu
daha da ağır bir hale getirmiştir. Kentlerin kutuplaşıp, parçalanıp,
içe dönük cemaatler toplamına dönüştürülmesi, kentleri patlamaya
hazır bir bomba haline getirmektedir. Günümüz kentlerinde ortaya
çıkan bu ağır krizin çözümü, bir yandan üretim yapan, kendi kaderini
kendisi belirleyen, toplumsal eşitlik ve adalet kaygılarına merkezi
bir konum sağlayan bir gelişme stratejisini gerektirirken; diğer
yandan da genel olarak planlama, özel olarak da kent planlama kurumunun
yeniden inşaasını zorunlu kılmaktadır. İmar parseli merkezli "imar
planı" anlayışından, insan merkezli bir kent planlamasına geçiş
bu yönde atılması gereken en önemli adımdır. Son 20 yıl içinde uygulanan
politikaların bir birikimi olan son kriz, planlama kurumu yanında
plancıları da oldukça olumsuz bir noktaya getirmiştir.

Kamu kuruluşlarında çalışan plancılar, planlamanın uzun vadeli bir
anlayışla kentlere yön verme aracı olmaktan çıkartılıp, rant arayışlarını
meşrulaştıran bir araca dönüştürülmesi karşısında derin bir yabancılaşma
yaşamaktadırlar. Özlük hakları ve ücretlerde meydana gelen aşınma,
bu yabancılaşma sürecini daha da hızlandırmaktadır. Serbest bürolarda
çalışan şehir plancıları da benzer bir süreci yaşamakta, rant arayışlarına
karşı çıkma araçları ellerinden alınmakta, kentlerin yağmalanma
sürecinde "piyasa mantığı"nı kabullenmeye zorlanmaktadırlar.

Deprem, sel baskını ve benzeri afetlerde plansızlığın yarattığı
sorunlar ortaya çıktıkça, plancılar etkisiz bırakıldıkları kentlere
yön verme sürecinin asıl sorumluları olarak hatırlanmakta ve sanki
kentlere yön verebiliyorlarmışcasına yargılanmaktadırlar. Bütün
bu olumsuzluklara rağmen, iyimser olmamız için yeterli neden vardır.
Sermayenin bütün saldırısına karşın toplumsal sorumluluklarına sahip
ve mücadele yeteneklerini yitirmemiş önemli bir toplumsal birikim
ve güç mevcuttur. Bu birikim ve gücün önündeki görev, olabildiğince
örgütlü hale gelmektir. Yapılması gereken sadece sermayenin saldırısına
direnmek değildir. Alternatif bir toplumsal yapı ve ekonomi politikalarının
var ve uygulanabilir olduğunu göstermek ve hayata geçirmek asli
hedef olmak zorundadır.

Bu hedef etrafında bir araya gelinmesinde asli örgütsel bir yapı
olarak önemli bir rol oynayacak olan Şehir Plancıları Odası, bu
süreçte özel bir konumdadır. Yaşanan krizler artık kentsel krizlerdir,
kentlerin
krizidir. Bu krizin çözümünde ve alternatiflerin geliştirilmesinde
Şehir Plancıları Odası ve plancılar en ön saflarda yer almalıdır.
Bu çerçevede son dönemde yapay bir biçimde yaratılmaya çalışılan
mimar-şehir plancısı ikilemi, sermayenin saldırısı karşısında kentleri
birlikte savunması gereken toplumsal güçleri bölmekten öte bir amaca
hizmet etmeyecektir. Rant mantığının hakim olduğu, insansız bir
kent anlayışının yıkılması ve toplumsal değerleri, eşitlik ve toplumsal
adalet kaygılarını merkezine koyan bir kent kurgusunun ve pratiğinin
gerçekleştirilmesi Şehir Plancıları Odası'nın önündeki hedef olmalıdır.
|