
İnsan
Hakları Derneği
2001 Ekim - Kasım - Aralık
Raporu
2001 yılı iki temel alanda sorunların ve gelişmelerin yaşandığı
bir yıl oldu. İlki, insan haklarının ekonomik ve sosyal haklar boyutunu
ilgilendiren, 19 Şubat 2001 büyük mali kriz olgusudur. İkincisi
de 3 Ekim 2001 tarihli Anayasa değişiklikleri ile ivme kazanan ve
arka planında 19 Mart 2001 tarihli, Avrupa Birliği'nin hazırladığı
Katılım Ortaklığı Belgesi'ne karşılık gelmek üzere hazırlanan Ulusal
Program'ın olduğu süreçtir. Başka bir anlatımla, insan hakları,
hukukun üstünlüğü ve demokrasi ile kültürel hakları konu edinen
Kopenhag Siyasi Kriterleri'ne uyum sürecidir.

Ekonomik ve sosyal haklar alanındaki gelişmeler
Şubat krizi, birikmiş sorunların patlamasıdır. Siyasal sistem olarak
otoriter ve yer yer de totaliter bir nitelik gösteren ülkelerde,
ekonomik ve sosyal haklarla ilgili alanlarda da demokrasinin açıklık,
katılımcılık, çoğulculuk ilkesinin yaşam bulması olanaklı değildir.
Ekonomik ve mali verilerin doğruluğu ve ulaşılabilirliği önem kazanır.
"Gizli borç" olgusu yaşanır böyle ülkelerde. Kamuya ait ekonomik
ve mali kaynakların değerlendirilmesinde ve çeşitli kesimlere aktarılmasında
"kapalılık" genel bir uygulama olursa, sosyal adalet ilkesinin uygulanmasından
da söz etmek olanaklı olmaz. Böyle ülkelerde gelir dağılımı adaletsizliğinin
temel nedeni olanakların dağıtılmasında farklı görüş sahiplerinin
(örneğin, kamu çalışanlarının, işçilerin, köylülerin) "itiraz" etme
olanaklarının ellerinden alınmış olmasıdır. İtirazların zecri tedbirlerle
bastırılması ya da bastırılma tehdidinin varlığıdır. Böyle ülkelerde,
fırsat eşitliğinden de söz etmek olanaklı olmaz. İHD olarak biz,
19 şubat krizinin ardından yaptığımız değerlendirmelerde, (19 Nisan
2001 tarihli para, algılama sorunu ve Atinalı Timon başlıklı, 15
Mayıs 2001 tarihli, paranın seyir defteri, hız ve güç başlıklı basın
açıklamalarımızda ve 21 Kasım 2001 tarihli basın toplantımızda)
mali krizle ve genel olarak kalkınma ve gelişme ile insan hakları
ve demokrasi arasındaki koparılamaz bağa işaret etmiştik. Görüşlerimizde
ısrarlıyız. Ekmek ve özgürlük, başka bir anlatımla ekonomik ve sosyal
kalkınma/gelişme ile demokrasi arasındaki bağ görülmez ve gözetilmezse
Türkiye toplumunun çeşitli kesimleri arasındaki gelir dağılımı farkı
giderek artar ve yoksullaşma süreci büyük çoğunluk açısından kaçınılmaz
hale gelir. Türkiye'de yıllardır yaşanan da budur. Eğitime, sağlığa
ve adalet hizmetlerine bütçeden ayrılan pay, "sosyal hukuk devleti"
ilkesi açısından alınan mesafeyi gözler önüne sermektedir. Ayrıca,
kişi başına düşen ulusal gelir açısından, Kocaeli'ndeki bir yurttaşın
7500 Amerikan doları gelir elde etmesine karşın, Muş ilindeki bir
yurttaşın 700 dolar gelir elde etmesi düşündürücüdür. Ya da İstanbul'un
Şişli İlçesinin, Bitlis'in Yedisu ilçesinin 2500 misli (katı) gelir
elde etmesi de ayrı bir göstergedir. Türkiye'de kişi başına düşen
ulusal gelirin 2000 dolarlarda seyretmesi, Türkiye'yi yönetenlerin,
Türkiye'yi nasıl yönettiklerini de göstermektedir. "15 günde 15
yasa" formülü ile ifade edilen ve daha sonraki süreçte de aynı nitelikli
yasaların çıkarıldığı süreç, sosyal boyutu düşünülmeyen bir süreçtir.
Tütün ve şeker yasası gibi milyonlarca köylü nüfusu ilgilendiren
yasalar, çok vahşi bir şekilde köylülüğün tasfiyesi anlamına gelmektedir.
Önümüzdeki yıllar, köylü nüfusun kentlere akın edeceği bir süreç
olacaktır. Siyasal iktidar, emek platformunun önerilerini ve tezlerini
görmezden gelmiştir. Türkiye hızla borç batağına sokulmuş ve borçlanma
politikası daha da derinleştirilmiştir. Türkiye'nin bir yıllık gayrisafi
milli hasılası, toplam borcunu ödemeye yetmemektedir. Yoksullaşma
süreci hızlanmış, uygulanan ekonomi politikası nedeniyle yeni işsizler
ordusu yaratılmıştır.

Kişisel
ve siyasal haklarla, kültürel haklar alanındaki gelişmeler:
Bu alanda yaşananlar, zorunlu olarak, AB sürecinin etkileri bağlamında
ele alınacak. Burada Türkiye toplumunun talihsizliğine de işaret
etmek isteriz. Çünkü bize göre, insan hakları ve demokratik değerler
birer meta değildir. Bu bağlamda, dışalım ya da dışsatıma konu olmazlar.
Gönül isterdi ki, Türkiye'yi yöneten politik ve bürokratik kadrolar,
insan hakları ve demokratik standartları Türkiye toplumunun özlem
ve istemleri doğrultusunda kendiliğinden yükseltsinler. İnsan hakları
ve demokratik standartlar, devletin dış politika gereksinmelerine
göre ve o gereksinmeleri karşılamasına göre şekillenmesin. Bize
göre, insan haklarını ve demokratik değerleri içselleştirmemiş olan
politik ve bürokratik kadrolar, özellikle insan hak ve özgürlükleri
söz konusu olduğunda, "hassasiyetlerden", "Türkiye'nin özel şartlarından"
söz etmektedirler. Türkiye'nin hukuksal ve siyasal çerçevesini çizen
12 Eylül hukuku, sistemi otoriter ve yer yer de totaliter nitelikli
kılmaktadır. Dolayısıyla, anayasal ve yasal sorunlar, insan hakları
ve demokratik değerler açısından, yapısal sorunlardır. Belirtilen
durumda, sistemin bir bütün olarak demokratikleştirilmesi, yeniden
yapılandırılması sorunu ile karşı karşıyayız. Oysa, 19 Mart 2001
tarihinde hükümet tarafından kabul ve ilan edilen Ulusal Program,
otoriter özü demokratik değişim ve dönüşeme uğratmayı hedeflemeyen
bir programdır. Gerçekte bu programın, AB tarafından hazırlanan
Katılım Ortaklığı Belgesine karşılık gelmesi gerekirdi. Ancak böyle
olmadı. İzlenecek strateji, "sistemin otoriter özü muhafaza edilerek
değişim" olarak belirlendi. Örneğin, demokrasiler, sivillerin, halkın
oylarıyla ve iradesiyle seçilmiş, sivillerin üstün iradesinin geçerli
olduğu rejimlerdir. Tüm asker-polis ve benzeri bürokratik kadrolar,
siviller tarafından kontrol edilir. Milli Güvenlik Kurulu'nun anayasal
organ olma niteliği tartışılmaksızın, sorun nicelik sorunu olarak
ele alındı. Sivil üye sayısının arttırılması çözüm olarak gösterildi.
Örneğin, demokrasiler, çoğulculuk, katılımcılık ve açıklık ilkesine
dayanır. Ulusal program, Türkiye toplumu çoğulcu etnik, dilsel,
dinsel ve kültürel dokuya sahip olduğu halde bu alanda var olan
yapıyı olduğu gibi korumaya dönük ifadeler içerdi ve çoğulculuğu
reddetti. Kültürel haklar yer almadı, Ulusal Programda. Örneğin,
Ulusal Program'da, hiçbir Avrupa Konseyi ve doğal olarak da Avrupa
Birliği ülkesinde ölüm cezasına yer verilmemesine karşın, hiçbirşey
söylenmedi.

3 Ekim 2001 Anayasa değişiklikleri paketi ile ilgili olarak bazı
demokratik kitle örgütleri ile birlikte görüşlerimizi kamuoyuna
iletmek istemiştik. Yüksel Caddesinde yapmak istediğimiz açıklamaya
engel olunmuştu. Demokrasinin çoğulculuk ve katılımcılık ilkeleri
ihlal edilmişti. 34 maddelik değişiklikler, pek çok olumluluk içermesine
karşın, Türkiye toplumunun gereksinmelerine yanıt vermekte yetersizdi.
Düşünceyi suç olmaktan çıkarması beklenen, Anayasanın başlangıç
ve genel sınırlamalar getiren 13 ve 14. maddelerinde yapılan değişiklikler,
"eylem" sözcüğünün yerini "faaliyet" sözcüğüne terk etmesiyle sonuçlandı.
Bu gerçekte hiçbir şeyin değişmemesi üzerine bir vaziyet alıştı
ve öyle oldu. 2001 yılının son üç ayına ilişkin raporumuzda da dikkatinizi
çekeceği gibi, Cumhuriyet Savcıları ifade özgürlüğü alanında hiçbir
değişiklik olmamış gibi (eylem yerine faaliyet sözcüğünün konması
düşünce açıklamalarını cezalandırma amacından vazgeçilmediğini gösteriyordu)
davalar açma hızlarında bir azalmaya gitmediler. Gelecekte dil yasağına
ilişkin yasa çıkarmaya kaynaklık edebilecek, "kanunla yasaklanmış
dil" ibaresi 26. ve 28. maddelerden çıkarıldı. Olumlu idi bu değişiklik.
Anayasa'nın 19. maddesinde gözetim altı sürelerinin 4 güne indirilmesi
çok önemli bir değişiklikti. Ancak OHAL Bölgesinde, uzun gözetim
altı süreleri 430 sayılı KHK'ye dayalı olarak sürdürüldü. 40 günden
fazla gözetim altında tutulanlar oldu ve bu uygulama hala sürdürülmektedir.
Ölüm cezası konusunda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ek 6 numaralı
protokolde yer almayan, "terör suçu" istisnasına yer verildi. AB
standartlarına aykırılığı bilinmesine karşın böyle bir değişiklik
yapıldı. Kopenhag siyasi kriterlerine uyum değil, MHP'ye uyum kaygıları
öne çıktı. Ancak yine de adli nedenlerle artık ölüm cezası uygulamasının
kaldırılmış olması bir aşama idi. Kadınlarla erkeklerin aile içi
ilişkilerinde eşitliğinin Anayasa hükmü haline getirilmesi, eşitlik
ilkesi açısından önemli olmakla birlikte, genel eşitlik ilkesini
düzenleyen 10. maddeye, kadınlarla erkeklerin eşitliğinin vurgulanmamış
olması büyük bir eksikliktir. Kadınlar hayatın her alanında erkeklerle
eşit hak ve özgürlüklere sahip olmalıdır ve bu Anayasa hükmü haline
getirilmelidir.
Anayasa değişikliklerinden sonra, 1. mini demokrasi paketi gündeme
geldi, Ocak ayı sonlarında. Türk Ceza Yasası'nın 159. maddesinde
ceza indirimi, 312. maddesinde ise biraz daha suçun unsurlarına
açıklık getirildi. Terörle Mücadele yasasının 7 ve 8. maddelerinde
de değişiklikler yapıldı. Bu değişikliklerin hiçbirisi, düşünce
açıklamalarını suç olmaktan çıkarmaya yetmedi ve siyasal iktidarın
böyle bir amacı da bulunmamaktaydı. O nedenle de, bu yasa değişikliklerinden
sonra da gazete ve dergilerin toplatılması ve düşüncelerini açıklayanlar
hakkında dava açılması yoluna gidilmeye devam edildi. Yalnız bu
arada, OHAL rejimi uygulanan yerlerdeki gözetim altı rejimi yeniden
düzenlenirken, DSP milletvekili Uluç Gürkan'ın girişimi ile, 4.
günden sonra gözetim altı süresi 7 güne çıkarılmak istendiğinde,
zanlıyı yargıç huzuruna çıkarma olanağı yaratıldı ve yargıcın zanlıyı
görmesi, dinlemesi ve kararını buna göre vermesi hüküm altına alındı.
Bu olağanüstü bir gelişmedir ve girişimi nedeniyle sayın Gürkan'a
tarafımızdan teşekkür edilmiştir. Bunu kamuoyu ile de paylaşmak
isteriz. Siyasal iktidar, mini demokrasi paketlerini, (mini revizyonlar
içeren yasal düzenlemeleri) gündeme getirmeye ve bunları yasalaştırmaya
devam etti. En son 26 Mart 2002 tarihinde 2. mini demokrasi paketi
TBMM'de kabul edildi.
TBMM'de 26 mart 2002 tarihinde yapılan değişikliklerden bazıları
kısmi iyileştirmeleri içermektedir. Bazıları ise, kozmetik değişikliklerdir.
Yasalarda yapılması gereken değişiklikler, yapılmış olan değişikliklerden
ibaret değildir. Kaymakamlığa mülki idare amirliği hizmetinden olanların
vekalet etmesine dair düzenleme, mini sivilleşme için mini bir adımdır.
İşkenceden sorumlu olanlarla ilgili AİHM'nin verdiği ve bunun sonucu
devletçe ödenen tazminat kararları için sorumlu personele rücu yolunun
açılması, işkencenin önlenmesi için ve caydırıcılık niteliği açısından
önemli bir adımdır. Siyasi Partiler Yasası'nda yapılan değişiklik
de olumludur. Dernekler Yasasında ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri
Yasasında yaş sınırının 18'e çekilmesi olumlu olmakla birlikte,
anılan yasaların düzenlediği hak ve özgürlük alanındaki insan hakları
hukukuna aykırılıklar yapılan değişikliklerle sınırlı değildir.
Bu alandaki özgürlükler, "izinle" kullanılan hak ve özgürlükler
olmamasına karşın, yapılan değişikliklerle yürürlükte bulunan ve
uygulanmakta olan "izin" sisteminden vazgeçilmemektedir. Basın Yasası'nda
yer alan "kanunla yasaklanmış dil" ibaresinin çıkarılmış olmasının
sonuç doğurucu bir özelliği bulunmamaktadır. Yazılı basın açısından
kanunla yasaklanmış dil, 2932 sayılı Yasa idi ve bu yasa 3713 sayılı
Terörle Mücadele Kanunu'nun kabul edildiği 12 Nisan 1991 tarihte
yürürlükten kaldırılmıştı. Radyo ve televizyonlarla ilgili yasaklama
ise RTÜK Yasasının 4. maddesinde yer almaktadır ve halen yürürlüktedir.
2001 yılı, Türkiye cezaevlerinde 20 Ekim 2000 tarihinde başlayan
ölüm oruçlarının acı sonuçlarının yaşandığı bir yıl oldu. 19 Aralık
2000 tarihinde 32 kişinin yaşamını yitirmesine yol açan operasyonla,
F Tipi cezaevlerinde uygulamaya geçildi. İHD F tipi cezaevlerine
tecriti öngörmesi nedeniyle karşı çıkıyordu. Tecrit bize göre bir
tür işkence yöntemi idi. İHD aynı zamanda, insanın fiziksel ve ruhsal
sağlığına zarar verici eylemler konusunda da ilkesel tutuma sahipti.
O nedenle, bir eylem türü olarak ölüm orucu eylemini onaylamıyor,
teşvik ya da telkinde bulunmuyordu. Ancak İHD, bir hak arama yolu
olarak ölüm orucu yöntemini seçen eylemciyi ve eylemini anlamaya
çalışıyordu. Bizi, ölüm orucu eylemcisinin maddi yaşam koşulları
ilgilendiriyordu. Bize göre, ölüm orucu eylemine hak arayışında
yöntem ve araç olarak başvurma hissiyatı, sonu ölümle ya da sakat
kalma ile bitebilecek bir yürüyüşe çıkma hissiyatı, ortadan kaldırılabilir
bir hissiyattı ve doğrudan maddi yaşam koşulları ile ilgi idi. Nitekim
İHD, vurguyu sürekli olarak mahpusların tutuldukları koşullara yaptı.
Bu koşullar, hem fiziksel koşullardır hem de insan onuruna uygun
muamele olarak açıklanan koşullardır. Yıl içersinde sayısız ve çok
çeşitli girişim ve etkinliklerde bulunduk, öneriler geliştirdik.
Ancak, gerek İHD'nin gerekse bizimle birlikte ya da ayrı ayrı demokratik
kamuoyunun girişim ve etkinlikleri sonuçlar vermedi. Ekli listede,
19 Aralık 2000 operasyonu dahil yaşamını yitiren toplam 89 kişinin
adları yer almaktadır. İHD 4 baro başkanının ölüm oruçlarının sona
ermesi ve tecrit koşullarının ortadan kalkması için geliştirdiği,
"Üç kapı, Üç Kilit" olarak ifade edilen öneriyi desteklemektedir.
Ölüm oruçları 400'den fazla insanı Wernike Korsakof hastası yapmıştır.
Şu anda 50'ye yakın tutuklu da aynı hastalığa yakalanmıştır ve tutuklu
oldukları gerekçe gösterilerek, CMUK. 399. maddesine göre haklarında
işlem yapılıp tahliye edilmemektedirler. Bunu anlamak olanaklı değildir.
Hükümlü olanların tahliyelerinin gerçekleştirilmesi olanaklı olduğu
halde, Anayasa ve yasalara göre "masum" sayılan kişilerin "tedbir"
olan tutukluluk durumlarının kaldırılmaması kabul edilebilir bir
uygulama değildir. Hukuk kuralları yalnızca teknik boyutu olan
kurallar değildir. Özellikle etik ilkelere dayalıdır. Dolayısıyla,
göz göre göre insanların yaşamlarının yitirilmesi ya da sakat kalmaları
sonucunu doğuran hukuksal yorumlar, yürürlükte bulunan yasalar açısından
bir sorumluluk doğurmayabilirler. Ancak yasaların üzerinde insanlık
ilkeleri vardır ve bu ilkeler; Adalet Bakanını da, yargıcı da, hekimi
de bağlar.
Avrupa Birliği ile ilişkiler bağlamında gündeme gelen Kültürel Haklar
konusuna ilişkin de düşüncelerimizi açıklamak isteriz. Bu konu ve
ölüm cezası konusu, Kürt Sorunu eksenli olarak ve Abdullah Öcalan
ve Kürtçe olgusu ifade edilerek gündeme gelmektedir. Öncelikle,
İHD'nin Kürt Sorununu yıllardır, insan hakları ve demokrasi asal
sorununun en önemli halkası olarak nitelediğini anımsatmam gerekir.
Dolayısıyla, Türkiye demokrasisi, evrensel ölçekte yüksek standartlı
bir demokrasi haline geldiğinde ve bu hedeflenerek, Kürt Sorunu
dahil tüm sorunların çözüleceğine olan inancımızı bir kez daha yinelemek
isteriz. Ölüm cezası konusunu Öcalan eksenli olarak ele almak, yaşam
hakkını duygulara dayalı ve politik çıkar eksenli olarak ele almak
demektir. İHD 1987 ve 1999 yıllarında ölüm cezasına karşı imza kampanyası
düzenlemiş ve hangi rejimde olursa olsun, kim ve hangi suç için
öngörülürse öngörülsün, savaş dönemi-barış dönemi ayrımı yapmaksızın
ilkesel açıdan ölüm cezasına karşı çıktığını da açıklamıştır. Bugün
de, Avrupa Konseyi ölüm cezasının tümüyle Konsey üyesi ülkelerin
mevzuatından çıkarılması için 13 numaralı protokolü hazırlamıştır.
Türkiye bu sorunu aşmalıdır. Ve hemen ölüm cezasını yasalarından
çıkarmalıdır. İHD olarak Anayasa'da bazı suçlar için ölüm cezasını
öngören düzenleme yapılmasına cevaz varsa da, kaldırılması için
Anayasa değişikliğine gitmeden de yasa çıkarılabileceğini açıklamıştık.
Danıştay 1. Dairesinin de görüşünün bu yolda olması bizim hukuksal
görüşümüzü doğrulamaktadır.
Kültürel haklar konusuna ve bu bağlamda radyo ve televizyonlarda
Kürtçe yayın, Kürtçe eğitim/öğretim gibi konulara dair de söyleyeceklerimiz
var. Öncelikle, üniversitelerde Kürtçe'nin seçimlik ders olarak
okutulmasını talep eden dilekçe sahiplerine yapılan muamelenin hukuk
dışılığının altını çizmemiz gerekir. 1689 yılında ilan edilen ve
dilekçe vermenin bir hak olduğunu vurgulayan İngiliz İnsan Hakları
Belgesi'nden (Bill of Rights) üçyüzyıl sonra, dilekçe vermenin engellendiğine,
dilekçe verenlerin yargılandığına tanık oluyoruz. İçişleri Bakanının,
YÖK Başkanının ve Üniversitelerdeki akademik ünvanlı yöneticilerin,
savcıların, yargıçların söz birliği etmişçesine, ortak tutum almalarının
izahını yapmak, hukukun üstünlüğü ilkesi ve demokrasi açısından,
güçtür. Böyle bir tutum ancak otoriter ve totaliter özellikle açıklanabilir.
İHD soruna salt Kürtçe açısından bakmamaktadır. Kopenhag Siyasi
Kriterleri ve Türkiye adlı kitabımızda, Anayasal vatandaşlık önerisinde
bulunmuştuk, yurttaş-devlet ilişkisinin kurgulanmasında. Kültürel
haklar konusu, belirli bir coğrafyada yaşayan insanların, nereden
geldikleri, kim oldukları, kimlerden oldukları, nereye gittikleri,
neye sevinip neye üzüldükleri, hangi dilleri konuştukları, nasıl
şarkı türkü çığırdıkları, ne yedikleri, ne içtikleri, neye inandıkları
ve nasıl inandıkları gibi sorulara verilen yanıtları içerir. Türkiye
toplumu çoğulcu etnik, dinsel, dilsel ve kültürel dokuya sahiptir.
Anayasal ve yasal sistemimiz ise monisttir. Bu çelişmenin, çözülmesi
gerekir. Devlet farklı dil ve kültürlere sahip olan, ya da kendisini
farklı gören yurttaşlarının bu özelliğini yadsımamalıdır. Tersine
kucaklamalıdır.Bu olağanüstü önemde bir zenginlik kaynağıdır. Bunun
için de devlet Anayasa'dan başlayarak hukuksal düzenleme yapmalıdır.
İHD olarak biz, yaşamın çeşitli alanlarındaki dilleri ve kültürleri
yasaklayan normatif düzenlemelerin kaldırılmasını istiyor ve öneriyoruz.
Yasaklar kaldırılmalıdır. Yasakların kaldırılması ile birlikte,
şimdiki anayasanın 5. maddesinin şu şekilde düzenlenmesini istiyoruz:
Devamı
|