Bu şehre gelmeyi sen mi seçtin?
Veyahut da kalmanı kim istiyor?
Peki bundan önce gelmene kim izin vermemişti?
Seni tutan öteki şehirler?
Hiç sanmıyorum. Onlar bu konuda çok da söz sahibi değillerdi sanki.
Şöyle söyleyebilirim: Bu şehirde kimin kalıp kimin gideceğine şehrin
kendisi karar verir. Gönlü olursa kalabilirsin, gönlü olmazsa kalamazsın.
Gitmeyi kafasına koyana "Dur, gitme!" diyecek cesareti olan, hatta
başına açtığı ufak tefek belalarla bazen
bir uçağı bazen bir otobüsü kaçırtan odur. Bunu da biri diğerinin
aynı olan günlerin güvenle tekrarlandığı, belli bir yaşa seni hapseden
kompleksli başka şehirler gibi yapmaz.
Her gün, bir gün daha başka bir yaşta olduğunu sana küçük çelmeler
takarak ya da ödüller vererek hissettirmeyi bilir.
Daha birçok şeyin yanısıra çekiciliği işte bundandır.
Bazen ama izin verebilir belki gitmene.
Kaçmaktan vazgeçtiğinde, ona geri döneceğini bildiğinde,
hiçbir yeri ondan daha çok sevemeyeceğini öğrendiğinde...
Başka yerlerde biriktirdiğin kendini getirebilirsin bu şehre.
Bugünün görünümü altındaki katmanlarından sızan ve bunu aşan bilgeliğiyle
sormaz sana eskiden kimleydin, hangi şehirde. Omuzlarındaki yükü
farkeder sen birşey demesen bile.
Bu şehre kim bilir kimler sırtında (karnında / cüzdanında / çorabında
/ otobüsün bagajına sızıntı yapan bidonda) ne taşımıştır da utanırsın
belki kendi hafifliğinden.

Yeni
yılın ilk gününde... dedim de. Yılbaşının bayramla birleşmesi savaşlara
inat gizli bir ilahi şaka mıydı? Bu iyimser kardeşlik duygusundan
pay çıkaranlar sadece doğulular mıydı?
Batılıların da böyle işaretleri izlediği oluyor muydu?
Yoksa bu işaretleri ne batılılar ne doğulular, ama sadece biz
1. köprüye yakın oturanlar mı farkediyorduk? Bilemiyorum.
Bunlar başka bir hikayenin konusu olabilir tabi de işte öteki hikayeye
kadar kim öle kim kala diyeyim ve lafı fazla da uzatmayayım! Yeni
yılın ilk gününde, artık yılbaşını yalnız geçirdiğime mi yoksa bayramda
kimseyi ziyarete gitmediğime mi bilinmez, liseden bir arkadaşımın
"niçin aramadın, gelseydin ya" sitemleriyle başlayıp "hadi Beyoğlu'nu
gezelim, hadi kültür turu; kilise cami, bak gezi rehberi de var.."
diye devam eden çağrılarına dayanamayıp karşıya geçtim. Karşıya
geçişimi de ayrı bir maceraya dönüştürmek mümkünse de baklayı bir
an önce ağzımdan çıkarmak ve şu hikayeyi anlatmak istiyorum aslında.
Bu arada sitemkâr arkadaşım gibi düşünceli okurları endişelendirmemek
için bir not düşmekte yarar var. Canım yılbaşı eğlencesi çekmedi.
İçki filan da içmek gelmedi içimden. İnsanlarla birarada olup da
şakalaşmaları uzaktan izleme fikrine ise -kendim bile yapsam o şakaları-
çok katlanasım gelmedi sadece. Bayramda da ailemi telefonla aramıştım
zaten (Allah tekrarına kavuştursun!), mesafeli hallerime de çok
alışık olduklarına göre anlam aramayı gerektirecek bir durum yok.
Yabancı filmlerdeki gibi şükran gününde noelde yalnızlığın aklı
başa getirmesi, sonra iyiliksever geniş ailede sofraya Yalnız için
bir tabak daha eklenmesi şeklinde bir şeyler canlanıyorsa da kafalarda,
lüzumsuz gerçekten. Zaten bu hikâye bununla ilgili bile değil. Bunları
söylerken arkada asıl hikâyeyi toparlamaya uğraşıyordum sadece.

Eğlenmek için buralara geldiğimiz zamanlardan farklı olarak, daha
bir keşfetmeye meraklı ruh haline geçiverdik. Cami kilise gezmek
de değişikti de, İKSV'nin iki dükkan arasına girmiş o kocaman yeşil
kapısı mesela tuhafımıza gitti, yani bir adım öncesinde kapının
farkına varmamışken, bir adım sonra görüveriyorduk, sanki bir adım
öncesine gitsek tekrar kaybedecekmişiz gibi. Yukarı aşağı oynatıldığında
üstünde şekil değiştiren resimlerden bulunan kalemtraşlarla oynamak
kadar keyifliydi bu keşif. Elimizdeki rehberde adı geçen, Galatasaray
Lisesinin biraz ilerisindeki bir pasajı bulduk. Karanlık ve daracık
bir girişten o ferahlatan avluya nasıl çıkıldıysa artık, vitrininde
1930'lu yılların şapka modelleri bulunan dükkânın biraz ilerisindeki
banka reklâmlı tek tahtası eksilmiş banka dikkatlice oturduk. İki
erkeğin -nadiren de olsa katlanıp bir diğerine- bir araya geldiğinde
konuyu kendilerinden ve aşk hayatlarından uzak tutan konularda konuşmaları
ne kadar doğalsa, iki kadın biraraya geldiğinde de o gün, kırık
aşk acısı o kadar doğal açıldı ucundan, arkadaşım anlattı. Dinledim
ben de. Ta ki önümüzden bize bakıp geçen iki kadın birşey unutmuş
gibi geri dönüp arkadaşıma yaklaşıncaya kadar. Kadınlardan biri
tanıyordu Elif'i. Selamlaşma konuşması beklediğimden fazla sürdü.
Kendini Dilara diye tanıtan kadından, az önceki kırık aşk hikayesindeki
sevgilinin haberlerini merakla dinledim, tesadüflere işaretlere
takılmamak için kendimi zorlayarak. Bu detaylı bilgiler yüzünden
bir sonraki gün Paşa Zade Camii'nin arkasındaki "çatı"ya sürüklenmemiz
kaçınılmazdı. Dilara, aynı mahallede büyüdükleri Mehmet'in çocukluğunu
biliyor ve onun için çok endişeleniyordu. Gerçi kendisi de görmemişti
Mehmet'i ama eşinin Mısır Çarşısı'nın önünde Mehmet'i görüp o mu
değil mi diye takip etmesiyle bulmuşlardı yaşadığı yeri. Dilara'nın
Elif'le konuşması esnasında "çatı" öyle bir fenomen haline geldi
ki bir gece klubü müydü kimseyi kolay kolay içeri almayan, yoksa
Abidin denilen bir adamın apartman dairesi mi iyi ağırlanan dostlarının
övgüyle isim taktığı, veyahut da keşlerin takıldığı virane bir afyon
tekkesi miydi pek anlayamadım. Ama son seçeneği de Elif'e konduramadım.
Yani daha önce bizi Asmalı Mescitteki hoş bir cafeye, sonrasında
da herkesin çok güzel göründüğü, bir başka arkadaşımızın şirketteki
Genel Müdür Yardımcısı'yla karşılaştığı o klube Elif götürmüştü.
Yine insanların güzel giyinip güzel koktukları hoş mekânların varlığından
kendisi sayesinde haberdar olmuştuk ve minnetimizi de "yine gidelim"
diye dile getirmiştik ne de olsa. Arkadaşımın televizyon ünlülerinin
yaşadığı bir semtte oturmasını ise biz taşradan gelenlerin kendilerini
bu şehrin merkezine yerleştirme isteklerine bağlıyorum övünç veya
utanç meselesi yapmadan kısaca. Ve yine hakkındaki tarifi kuvvetlendirmek
için
Mehmet'in de kendi işinin patronu olduğunu belirteyim,
yine yorum yapmadan da bu hikâye kendini anlatsın artık.

Mehmet'le Elif en son bıraktığımda evlilik hazırlıkları yapan,
sosyal hayatları renkli, bu buluşmamızda gözyaşları arasında
Elif'in söylediğine göre doğacak çocuklarının isimlerine varıncaya
kadar her şeyin netleştiği, ömürlerinin sonuna kadar hayatı birlikte
geçirmek üzere plan yapmış bir çiftti.
Planlar yapmak, hayal kurmak hadi bir derece de bunları yüksek sesle
de konuşup kesinleştirdiklerine göre ilişkinin nasıl bir sağlam
zemin üzerinde bulunduğu konusunda kaygı duymaya gerek yoktu. Tek
sorun Mehmet'in bir türlü rayına oturmayan işleri ve zorlandığı
ödemelerdi. Ama olsun! Mehmet Elif'i seviyordu, adam çalışkandı,
yurt dışı bağlantıları, çok zengin çok ünlü müşterileri vardı,
en önemlisi Elif'in deyimiyle "adam gibi adamdı".
Bu laftan onun delikanlı ve maço mu, dürüst ve mert mi yoksa biraz
daha ileri gidip yatılacak kadın evlenilecek kadın ayırımı yapmayan
adamlardan mı olduğunu anlamadıysam da Elif birşey anlıyordu belli
ki.

Yazının
devamını okumak için tıklayınız

|