



Ana
Sayfa
Demokrasi
Dikkat Çekenler
Önce Demokrasi
AB Yolunda
Haklarımız
Savaşa Hayır
Sivil Toplum
Sivil Anayasa
Minidev'in Amacı
Kültür
K Dergisi
Kültür-Sanat
Çevre
Gey-Lezbiyen Kültürü
L.G.B.T.T Yazıları
Alternatif Tıp
Başucu Yazıları
Cinsel Yaşam
Doğan Cüceloğlu İle İletişim Dünyası
Farklı Renkler, Farklı Kültürler
Süryani Kültürü
Yahudi Kültürü
Ermeni Kültürü
Rum Kültürü
Diğer
Minidev'de yazmak ister misiniz?
Reklamlarınız İçin
İletişim
YAZARLAR |

Güncelleme:
18 / 04 / 2007
|

Radikal-2'den:
İstanbul'da Adıyamanlı bir Ermeni
Şayet dünyanın dört bir köşesine savrulmuş Anadolu halkı
buralarda kalsaydı, şarkılar, türküler hep birlikte, her dilde
bu topraklarda söylenmeye devam edemez miydi?

''Kesim" kelimesi Anadolu Ermenileri arasında oldukça sıradan
bir şekilde kullanılır, 1915'te Ermenilerin başına gelenleri ifade
eder. Ermenilerin geçmiş zamanı, "kesimden önce" ve "kesimden
sonra" şeklinde iki ana dilime ayrılır. Bu kelime öylesine kabul
görmüştür ki, 'kesme' anlamından uzaklaşmış adeta sıradan bir
tarihi belirlemekten öte bir anlam taşımaz.

Babaannem "Lusig Anne", tahminen 97 yaşında, İstanbul'da
evimizde hayata veda ettiğinde ben 22 yaşındaydım. Yani, 'kesim'de
babaannemin olduğu yaşta.

Ermenilerin başına neler geldiğini kitaplardan değil, Lusig
Anne'nin yaşadıklarından ve anlattıklarından öğrendim. Elbette
buna dayanarak tarihi belirleyici verileri öne sürecek değilim
ama kulaklarımla duyduğum şeyleri de gerçeklik olarak kabul ettim,
tüm nesildaşlarım gibi.

Tüm
aile büyüklerimin bilip bildikleri, atalarının daha sonraları
"Adıyaman" denilen Anadolu'nun Hısnımansur şehrinden
geldikleridir.
Ben de, diğer dört kardeşim gibi orada doğmuşum. Babam ve annem,
Adıyaman'daki diğer Ermeni aileler gibi 1970'lerden sonra İstanbul'a
göçmüşler, tam da Adıyaman'da güç bela bellerini doğrultup şöyle
böyle iyi bir yaşam kurdukları halde. Babam için, en büyüğü 11,
en küçüğü üç yaşında olmak üzere beş çocuğunu toplayıp 40'ından
sonra İstanbul'a göçmek kolay bir iş olmasa gerekti. Nitekim bu
külfetin sebebi bizim ailede şu cümle ile özetlenir:
"Artık
bir Ermeni olarak Adıyaman'da yaşamanın imkanı kalmamıştı".
Anam
babam tekrar bir yuvanın bacasını tüttürmenin derdiyle uğraşırken
şüphesiz bizler de hırpalandık.
Yine de bu koşullarda İstanbul'a tutunmuş ve kendimizce bir hayatı
yeni baştan kurmuşuz, kaderi birbirine çok benzeyen binlerce Anadolulu
Ermeni ailesi gibi.

Şimdi İstanbul'da yaşadıklarımız iç açıcı mı? Sürekli kaderiyle
sınav veren Ermeni nesilleri içinde acaba benden öncekilere göre
gerçekten şanslı mıyım? (Ya bizden sonrakiler?)
Babaannem Lusig Anne, daha genç bir kadınken ölüme bunca
yakın geçip hayatta kalarak şanslı mıydı? Babam, ilkokula bile
gitme imkanı olmaksızın hayatı adeta bir mücadeleden farksız yaşayarak
şanslı mıydı, ben kendi dilimi yabancı bir dil gibi öğrenerek
onlardan daha mı şanslıydım? Bu konuda kendi duygularımdan da
emin değilim. Tarihi izimde dolanarak hâlâ kendimi konumlandırmaya
çalışıyorum, hayatın tüm yükünün yanı sıra.

***

Geçen sene babam rahatsızlanmış ve kısa bir süre içinde, elinde
bastonuyla sokakta karşılaştığımda beni bile şaşırtacak kadar
güçsüzleşmişti. İnanmak istemesem de babam yaşlanıyordu. Babamı
kaybedersem kendimi de henüz bulmadan kaybedecek gibi bir telaşa
kapıldım. İstedim ki, doğduğum yerleri bir kez daha babamla göreyim.
Çünkü, babamı babam yapan şeyin, doğduğu ve büyüdüğü topraklar
olduğunu biliyordum. Beni ben yapan şeyin doğduğum ve kültürüyle
içinde yaşadığım topraklarda bulunmamak olduğunu bildiğim kadar.
İşte ben, "ben"le "babam"ı hayat ayırmadan bir kez daha yaklaştırmaya
çalıştım: Annem, babam ve büyük ablamla birlikte, hepimizin doğduğu
ama babamın 43 yıl, annemin 33 yıl, ablamın 11, benimse sadece
dört yıl kadar yaşadığım yerlere birlikte gittik, 2006 Mayısıydı.

Memleketimize yaptığımız dört günlük bu çok düşündürücü geziden
aklımda birer soru işaretiyle kalan, iki okul ve iki eve ziyaret
olmuştu. Okullardan ilki, babaannem Lusig Anne'nin 1900'lerin
başlarında yaşıtlarıyla devam ettiği, anadilinde okumayı, yazmayı,
şarkı söylemeyi, matematik, coğrafya ve hatta İngilizce'yi, yaşı
ilerleyince biraz da dikiş nakışı öğrendiği okuldu. Bir zamanlar
Adıyaman Kalesi'nde gölge salan okuldan şimdi geriye kalan
yıkık bir duvardan başka bir şey değildi. Yerinde, yeller esen
serin bir çay bahçesi vardı. (Olsundu).

İkinci okul; annesi Lusig Anne'nin okula gitmesinden yaklaşık
40 yıl kadar sonra, aynı mahallede babamın gitmeye çalıştığı okul...
Babam, okul yaşı -tahminen- geldiğinde mahallenin çocuklarıyla
okulun yolunu tutmuş tutmasına ama ne defter, ne kalem ne de kafa
kağıdı var. Babam daha bir yaşında değilken babası ölünce, annesi
de çocukları tok tutmanın derdine düşmüş, okul adeta o dönemde
bir hayalmiş. Nitekim, okulda bir hafta dolmuş dolmamış babama
evinin yolunu göstermişler. Babam, okulda aldığı yaklaşık bir
haftalık eğitim ve öğretim süresini utandırmayacak kadar Türkçe
okumayı, imlası olmasa da yazmayı, ama dört işlemi kusursuz öğrenmiş,
-nasıl öğrenmişse-. O okul, şimdi yüzlerce öğrencisiyle mahallenin
belli başlı okullarından biri. (İyi ki.)

Efsane ev
Adıyaman'da
ziyaret ettiğimiz iki evden biri, dedemi 'kesim'den kurtaran
Müslüman ailenin yaşadıkları ev. Bu aile, her ne kadar zorlanmışlarsa
da dedemi saklamış ve onu yüzde yüz bir ölümden kurtarmış. Bu
efsane bizim ailede yıllardır yaşar durur. O ailenin hâlâ yaşadığı
evi ziyaret etmek, gezinin en heyecanlı kısmıydı şüphesiz. Adıyaman'dan
bir minibüsle yola çıkıp dağların arasındaki kıvrımlı yollardan
sonra, Tanrı'nın unuttuğunu düşündüğüm bir köyde karşılaştığımız
aile, ilk defa kapılarını çaldığımız halde şaşırmaksızın bizi
büyük muhabbetle karşıladı, evlerine buyur etti. Duvarlarında
aile büyüklerinin resimleri ağırbaşlı bir şekilde diziliydi. Dedemi
kurtaran Ağa'nın torunu olan şalvarlı zat, sözlerindeki oturmuş
insan sevgisi ve geçmişe saygısı ile beni oldukça etkilemişti.
Hâlâ dedemin adı ile anılan küçük bir toprak parçası ve zamanında
karşılıksız olarak verilmiş taş ev duruyordu. Hayatlarını topraktan
sağlamaya çalışan baba, İngilizce öğretmeni olmak isteyen kızını
dağdaki evinden sevgiyle öperek okuluna uğurladığında sanki naif
bir filmin bir sahnesini izletmişti, fark etmeden. Sofralarında
yedik içtik, ayrıldık. Ayrılır ayrılmaz ablamla beni saran, henüz
giderilmeyen bir hasretti.

İkinci ev ise babamın, 'kesim'den sonra yollarına Müslüman olarak
devam etmeyi uygun bulan kuzenlerinin idi: Adıyaman'da Gavur
Mahallesi'nden çıkıp yürüyerek vardığımız kapının arkasında
bizi biraz şaşkınlıkla da olsa güleryüzle karşıladılar. Bu evin
duvarlarına eskilere ait bir iz bulurum merakıyla baktığımda,
Kabe resimleri ile sahip oldukları şirketin bastığı koca yapraklı
takvimden başkasını bulamadım. Evin hanımı, birkaç gün önce şehir
ötesinde ziyaret ettiği bir hocanın dergahının heyecanından henüz
kurtulamamış olduğundan bizimle paylaşmadan edemedi. Hocanın görmediği
ama olduğunu duyduğu mucizelerinden söz açmaya çalıştı. Anlatılanları,
yaşım 40'a yakınken annem ve babamın biricik küçük kızıymışçasına
usluca dinliyordum. Sohbetin ucundan da olsa katılabileceğim bir
köşesini bir türlü yakalayamıyordum. İki adım ötemdeki, bana tamamen
yabancı gelen evin oğluyla aile ağacımızda iki nesil geçmişe gittiğimizde,
büyüklerimizin aynı isimlerde (Nazar, Mayram, Apraham, Lusik)
buluştuğuna hiç inanasım gelmiyordu. Bunu annem de anlamış gibi
evin hanımına eskilerden kaldığını bildiği ve içinde ailesel bilgilerinin
yer aldığı 'o eski defteri' sordu, böyle bir defterin benim ilgimi
çekeceği kesindi. Buna evin hanımından gelen yanıt, "daha
geçenlere kadar şuracıkta durduğu" ama bir baktığında
torunların elinde "parçapinçik" olduğu, çaresiz attığı
yönündeydi ki, bu cevap annemin hırsını ayaklandırırken beni hepten
suskunluğa sürükledi. Bu ziyaretin süreceği makul süre dolduğunda
kalktık, bizi hürmetle uğurladılar, kapının iki yanı da rahatlamıştı.

***
Bu ziyaretten dönerken geçmişte bana sunulma ihtimali olmuş hayatları
düşündüm:
Dedemin hayatının bağışlandığı o dağ köyünde yaşayabilirdik veya
şehirde, babamın Müslümanlığa geçmiş kuzenleri gibi. Birinde kimliğim
kendi kendine solacaktı, diğerinde ise silinmeyen kimliğimi karalamaya
çalışacaktım.
Benim gönlümde yatan ne o, ne bu:
Lusig Anne'nin Adıyaman'ında, kesilmeden biçilmeden önceki
Adıyaman'da, geleneğimin devam ettiği bir şekilde yaşamaktı. Şayet
dünyanın dört bir ucuna savrulmuş Anadolu halkı buralarda kalsaydı,
bu çorak topraklar şimdi kim bilir nasıl bir zenginliğe ev sahipliği
yapardı. Anadolu'nun geçmişteki zenginliğine de yaraşır şekilde.
Okullarımızı doğduğumuz yerlerde okusaydık, anadillerimizi oralardaki
okullarda öğrenseydik (ve diğer dilleri), babalarımızın işlerini
büyütseydik; nalbantlar hara sahipleri olurlardı, değirmenciler
ekmek fabrikaları kurarlardı, köşkerler en güzel ayakkabılarını
belki Adıyaman'dan İtalya'ya ihraç ediyor olurlardı, Müslüman
ortaklarıyla.
Şarkılar, türküler hep birlikte, her dilde bu topraklarda
söylenmeye devam edemez miydi?

Ne Ermeniler fırlatıldıkları farklı potalarda kavrulup dururlardı,
ne bu toprakları paylaştıklarımız adımıza bunca düşmanca bakarlardı
ne de ben, babamla aramda yıllar önce kırılmış çizgiyi bu yaşımda
hâlâ birbirine yaklaştırmaya çalışırdım...

Ben İstanbul'da Adıyamanlı bir Ermeni olarak şanslı mıydım?


|
|

FARKLI RENKLER FARKLI KÜLTÜRLER

SÜRYANİ
KÜLTÜRÜ

ERMENİ
KÜLTÜRÜ

YAHUDİ
KÜLTÜRÜ

RUM
KÜLTÜRÜ

Tarihçe

Bayramlar
ve
Özel Günler

Büyükada
Rum
Yetimhanesi

İoannis
Papadopulos

Rum
Ortodoks
Patrikhanesi

Rum
Cemaatleri

Rum
Okulları

Rumca
Basın

Yazarlar

Merih
Akalın

Zehra Akdoğan

Cengiz Aktar

Uğur Alper

Orhan Bahçıvan

Dr. Arı Balcı

Rüstem Batum

Şabo Boyacı
 
Doğan Cüceloğlu

Şuayip Dağıstanlı

Dilek Dalaklı

Önal Demirci

Tuğrul Eryılmaz

Aynur Gedik

Dr. Mehmet Gürsel

Hakan Kuyucu

Sevin Okyay

Hakan Onum

Dr. Erhan Özer

Dr. Ender Saraç

Robert Schild

Cem Şen

Aykut Tankuter

Umur Talu

Anna Turay

Metin
Yahya Üster

Aret Vartanyan

Dr. Nesrin Yetkin

Erol
Yurderi
Servisler
YENI Okurdan

Bizi desteklemek
İster misiniz?

Yardım

E-posta

Favorilerinize
Ekleyin

miniDEV'i
Tavsiye Et

İletişim

miniDEV'i
Ana Sayfanız yapın
|