
"Bu,
bir el koyma öyküsü." diye başlıyor söze Yıldırım Türker Radikal
İki'de 21 Ocak Pazar günü yayınlanan yazısında. "Alabildiğine
acı bir öykü. Yitirilen, daha doğrusu gasp edilen bir cennetin
tasviri üstüne kurulu." diye devam ediyor sözlerine... "Bu öykü,
asla unutulmayacak bir mutluluktan başlıyor. Çocukların paylaşarak,
oynayarak, eyleyerek yolunu döşedikleri bir mutluluktan. Çocukluğun
masal kipinden. 1950'li yılların, yoksulluğun hiç yadırganmadığı
ikliminde başlıyor kimsesiz Ermeni çocukların serüveni. Gedikpaşa'daki
Ermeni Protestan Kilisesi'nin en alt katında. Orası, yetimhane.
Geceleri, uyku saatinde, 50-60 kimsesiz çocuğun soluklarından
örülü bir düş asılı havada. Onları ısıtan, koruyan, sakınan bir
düş. Soğuk kış sabahları uyanıp İncirdibi Protestan İlkokulu'na
gitmek, dönüşte kilisenin beton avlusunda koşturmak gene iyi.
Bütün çocukların mevsimi olan yaz gelince daralıveriyor dünya.
Arkadaşların bir bölümü köylerine dönmüş, gidecek evi olmayanlar
kalmış o kızgın betonun üstünde. Yaz, yüzlerine gülmüyor. Yaz
sonu dönen arkadaşları Ermeniceyi unutmuş, bambaşka bir alemden
geliyorlar sanki. Bütün çocukların ortak dili olan yaz, onları
birbirlerinden uzaklaştırıyor. Kimisini tutsak ederken kimisini
uzak ellerin geçici şefkatine terk ediyor.

Daha başından yepyeni bir dünya vaat eden 60'lı yıllarla birlikte
çözüm de bulunuyor. Tuzla'da denize yakın bir arazi satın alınıyor,
kilise adına tescil ettiriliyor. 8-12 yaş arası 13 çocuk bir yaz
sabahı yola çıkıyor. Hiçbirinin ömür boyu unutamayacakları bir
yolculuk. Hrant Dink'in çocukluğunun bize aktardığı kadarıyla,
1. Gedikpaşa'dan Sirkeci'ye yürüyerek,
2. Oradan vapurla Haydarpaşa'ya geçerek,
3. Haydarpaşa'dan trene binip Tuzla istasyonunda inerek,
4. Tren istasyonundan bir saat yürüyerek "göl ile denizi kenarlayan
geniş ve uçsuz bucaksız düz bir araziye" varıyorlar. Bir yanı
göl, bir yanı deniz, çocukluğun cennetine daha uygun bir masal
ülkesi bulmak mümkün mü? Sayıları gün geçtikçe artan çocuklar
3 yaz boyunca, geceleri yorgunluktan yataklarına işeyecek kadar
yoğun çalışarak kendi yaz kamplarının binasını inşa ediyor.

Sınıfta Ermeni kökenli üç kız vardı. Biriyle dört yıl okuduk,
bir kere bile selamımı almadı. Diğer ikisi daha ilk günden "Sen
Türk'müşsün, bizim ailemiz de Türkiyeli" diye yanıma gelmişlerdi.
Ahbap olduk. Bir gün beni Marsilya'daki evlerine yemeğe davet
ettiler. Çekindim ama hayır demedim. Yemekten sonra iki kızla
anneleri "Gel, seni bir yere götüreceğiz" deyince, Allah bilir
ya bir an tereddüt ettim.

Marsilya'nın varoşlarında, gecekondudan bozma evlerin olduğu bir
mahalleye götürdüler beni. Tahta kapıdan geçtik, mısır, fasulye
ve domates ekili bir bahçeye girdik. Gözlerime inanamadım: Bir
çardağın altına kurulmuş sedirde, başında köşeli kasketiyle ihtiyar
bir köylü, mesli ayağını altına almış oturuyor. Yanında, üzerinde
çiçekli basma entari, başında tülbent, sırtında el örgüsü hırkasıyla,
bir köylü kadın. Marsilya'nın ta göbeğinde...

Ben ellerini öperken, yaşlı kadın kızına döndü ve Ermenice (sonradan
tercüme ettiler) "Bizden mi?" diye sordu. "Türk öğrenci anne."
İşte bundan sonraki yarım dakikayı hiç unutmadım. Mayrik Kerkian,
Sivaslı köylü oluvermişti yeniden. "Yavrııııım!" diye boynuma
sarıldı. Yarım dakika öylece durduk. Beyaz sabun kokusu hâlâ burnumdadır.

Sen Türk'sün, bizdensin

1979 yazında, İngiltere'de dil okuluna gittim. İlk gün, sınıflar
belirlenirken, öğrenciler ve öğretmenler okulun terasında toplanmış
çay içip sohbet ediyorduk.

Elli yaşlarında, kısa boylu, kalın paltolu ve fötrlü bir bey yanıma
geldi. Fransızca:
- Merhaba, siz Türkmüşsünüz, dedi.
- Evet?
- Size bir şey ikram etmek, bir iki kelime konuşmak istiyorum.
Bal rengi gözlü, kumral güzeli bir kızın, şaşkın şaşkın etrafa
bakarak oturduğu yan masaya geçtik.

Bey, Atinalı meşhur bir avukatmış; bana çıkarıp kartını uzattı.
- Bu benim kızım Marika, dedi. 17 yaşında. İlk defa yurtdışına
çıktı, ilk defa evinden ayrı kalacak. Nedense buranın havasını
sevmedim, öğretmenleri gözüm tutmadı. Hepsi daha ilk günden kız
öğrencilerin içine düşmüş baksanıza. Ben, hemen Atina'ya dönmek
zorundayım, uçağım bu akşam kalkıyor. Aklım kızımda kalacak...
- Size ben nasıl yardımcı olabilirim?
- Okulda Yunanlı öğrenci yokmuş. Sordum soruşturdum, Türk öğrenci
bir tek sen varmışsın (siz değil sen diyordu artık). Sen bizim
oralısın; bilirim, Marika'yı kardeş bilir, göz kulak olursun.
Marika'm sana emanet, oğlum.

Bir şey eklememe gerek var mı?