
ROMEO
& ROMEO

Kent ışıkları- İzlenimler/10
Pagan
Poetry
Bir
zamanlar, mavi Stabilo bir kalemi siyah yazıyormuş gibi göreceğiniz
kadar loş ışıklar altında gecelerini geçiren insanlar yaşardı ve
Asya'da şaman büyücüler vardı.

Onlar, topluluklarının hem dinsel ve hem de politik liderleriydi.
Aynı zamanda doktoru ve şifa dağıtıcısı…

Topluluğu
kötü ruhlardan ve onların kötü oyunları olduğuna inandıkları doğal
afetlerden korurlardı.

Saatleri
güneşe göre ayarlıydı. Bulutların, rüzgarın, bitkilerin, toprağın,
suyun, ateşin ve tabii ki güneşin dilinden anlarlardı.

Günbatımındaki
huzursuzlukla kabilenin, kumun işaret ettiği yönle gittikleri yönün
ilişkisini gören gözleri vardı. Güneşle aralarında her sabah ve
akşam, kolay açıklanamayan bir alışveriş yaşanırdı.

Şamanın ateşe, toprağa, suya, yıldızlara, rüzgara ve güneşe öylesine
yakından, öylesine yürekten, öylesine direkt bir bakışı vardı ki,
bir süre sonra rüzgarın esintisi içindeki bütün yabancı sesleri
uzaklara üfürür, suyun akıntısı bütün şüphe tohumlarını önüne katıp
götürür, ateş bütün öfkelerini yakıp savurur ve güneş bütün korkularını
kurutup buharlaştırırdı.

O zaman üzerindeki bütün bulutlar
artık şamanın içinden geçer, rüzgar kulak delikleri arasında girdaplar
oluşturur, ateş onunla yürür, su küçük çatlaklardan onunla sızardı.

Baharda yaylalarda açan bütün
çiçekler onun teninden patlar, topluluğun açılıp kapanan bütün gözleri
onun gördüklerini bir gizler bir gösterirdi.

Şaman da tıpkı kabilenin diğer
üyeleri gibi biriydi. Ancak o, tıpkı şu anda masanızdaki bilgisayarın
Internet bağlantısıyla sisteme girişi gibi bütün varoluşa entegreydi.

Asya'dan
çok uzakta, Amerika kıtasının çöllerinde aynı sisteme entegre olabilen
kızılderili kabile liderleri yaşardı. Ritüellerindeki farklılıklara
rağmen onlar da şamandı. Kaktüs köklerinden kendilerine kanatlar
yapabilecek kadar toprağa yakınlardı.

Bozkırın
ortasında onlar da güneşi selamlardı ve alçaktan, hızla hareket
eden bulutların ivmesi ile onların evrendeki bütün nüvelere sızabilecek
derin kavrayışı arasında gizli bir ilişki vardı.

Bir
zamanlar Asya'da güneşin beş vaktine göre Allah'ı selamlayan müslümanlar
yaşardı. Güneşin doğumundan karanlığın hakimiyetine kadar geçen
zamanda yüzlerini güneşe çevirerek semaya şükürlerini sunarlardı.
Bulutlar kimi kez yeryüzüne neredeyse teğet, zaman zamansa sınırsız
gibi görünen bir genişlikten geçerdi.

BABİL
Bir zamanlar, Babil Kulesi yıkıldıktan binlerce yıl sonra, dünyada
medeni toplumlar yaşadı. Bütün küre neredeyse yeni bir Babil Kulesi
olmaya doğru hızlı adımlarla ilerliyordu. Dünya nüfusunun yarıya
yakını aynı dili konuşabiliyordu. Kalan yarısı ise bu yeteneği geliştirmeye
zorlanıyordu. Aynı dili konuşabilen insanların sayısı arttıkça birbirini
kavrayabilen insanların sayısı azalıyordu. Kimse birbirini anlamıyordu.
Medeni insanlar büyük kentlerde yaşıyordu.

Onlar
için güneşi selamlayan şamanlar yoktu. Güneşi ve semayı günde beş
kez selamlayacak zaman yoktu. Kendilerine kaktüs kökleri ve mantarlardan
kanatlar yapan kızılderili büyücüler çoktan yaptıkları kanatlarla
uçmuşlardı.

Kentler,
kötü birer reprodüksiyon gibiydi. Milyonlarca yapıtaşından oluşan
modern dünya kötü bir natürmortu andırıyordu. Gece ışıkları, yeryüzünün
sadece elli metre üzerine kadar sadece kirli ve puslu bir aydınlığı
taşıyabiliyordu. Binlerce insan sanki genetik kodlarındaki bir kromozom
tarafından sisteme entegre olmak için sürekli zorlanıyordu. Bunun
için makineler, kablolar, uydular ve elektrikten oluşan sistemler
inşa edilmişti.

İnsanlar
sisteme entegre olduklarında bu sadece onların susuzluğunu artırıyordu.
Daha fazla bilgi zehirliyor, daha fazla animasyon gerçekliği terörize
ediyor, haz duygusu bütün diğer duyguların önüne geçiyordu.

Oysa
güneş her sabah kentin üzerinde milyarlarca yıldan sonra ilk kez
doğuyormuşçasına büyüleyici bir biçimde görünüyor ve her akşam bu
son vedasıymışçasına görkemli bir biçimde kayboluyordu.

Kentin
ara sokaklarında, toz ve pislik kaldıran iğrenç bir esintiyi andıran
rüzgar, sadece 20 metre yukarıda, çatıların üzerinde bütün görkemiyle
esiyordu.

Kentin
damları yeni bir yeryüzünü andırıyordu. Hayat, çatıların altında
deyim yerindeyse "yeraltında" sürüyordu.

Dikkatlice dinlense hemen her akşam duyulan çan sesleri de, okunan
ezanlar da ve sabahları öten horozlar da aynı şeyi hatırlatmaya
çalışıyordu.

Birilerinin
güneşi görmesi gerekiyordu. Birilerinin rüzgarı duyması, birilerinin
akşamın eflatunlarını ciğerlerine soluması, birilerinin çatılara
çıkması, birilerinin toprakta yürümesi gerekiyordu. Değilse varoloşun
bütününden büyük bir hızla kopan yerküre, uzak ve belirsiz bir yörüngeye
doğru sürüklenecek ve karanlık ekseninde sonsuza dek dönüp duracaktı.

ŞİMDİ
Birilerinin amuda kalkarak dünyayı elleri üzerinde taşıyabilecek
adamların yaşadığına inanması gerekiyor.
Birilerinin güneşle, birilerinin bitkilerle ve denizle hoşbeş etmesi
gerekiyor.
Birilerinin içindeki meleklerin sesini duymak için bütün gürültüyü
rüzgarla süpürmesi gerekiyor. Birilerinin bunları yazması gerekiyor.
Ufuk
Kuzey
Diğer
yazılar için tıklayın
|